İsrail ile Filistin arasında imzalanan Oslo Anlaşması'nın üzerinden 30 yıl geçmesine rağmen Tel Aviv yönetiminin Filistin topraklarında perçinlediği işgal ve ihlaller nedeniyle “iki devletli çözüm” ideali, hiç olmadığı kadar uzak görünüyor.
İsrail ile Filistin üst düzey temsilcilerinin ilk kez yüz yüze görüştüğü ve bir barış çabası olarak tarihe geçen Oslo Anlaşması'ndan 30 yıl sonra Filistin’deki İsrail işgali, daha da artarak, Yahudi olan ve olmayanların ayrıldığı bir "apartheid rejimi" halini aldı.
Oslo veya 1. Oslo olarak da bilinen "Geçici öz yönetim düzenleme ilkeleri bildirgesi" anlaşması, Norveç'in başkenti Oslo'da düzenlenen görüşmelerin ardından 13 Eylül 1993'te dönemin İsrail Başbakanı İzak Rabin ve yine dönemin Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) lideri Yaser Arafat arasında ABD'nin başkenti Washington’da imzalanmıştı.
Anlaşmayla, taraflar arasında yıllardır süren çatışmanın sona ermesini, önce geçici Filistin Yönetimi’nin kurulması ve 1999 yılında da bağımsız Filistin Devleti'nin kurulmasıyla adil, kalıcı ve kapsamlı bir barışa ulaşılması hedeflenmişti.
Birincisini takiben, 28 Eylül 1995'te imzalanan "İkinci Oslo Anlaşması" çerçevesinde işgal altındaki Batı Şeria A, B ve C bölgelerine ayrılmıştı. Batı Şeria'nın yüzde 18'ini kapsayan "A bölgesi"nin yönetimi idari ve güvenlik olarak Filistin'e, yüzde 21'lik "B bölgesi"nin idari yönetimi Filistin'e, güvenliği ise İsrail'e devredilirken, yüzde 61'ini kapsayan "C bölgesi"nin idare ve güvenliği İsrail'e bırakılmıştı.
Anlaşmadan 30 yıl sonra durum
Oslo’dan bu yana geçen 30 yılda Filistinlilere işgalin sona ermesi konusunda verilen vaatlerin hiçbiri yerine gelmezken, İsrail, işgal altında tuttuğu Batı Şeria ve Doğu Kudüs'ü giderek daha fazla Yahudi yerleşimciyle doldurmaya devam etti.
Bugün İsrail’de iktidarda, kendisini “tamamen sağcı” olarak tanımlayan, Başbakan Binyamin Netanyahu öncülüğündeki hükümet koalisyonu, 2022’nin son günlerinde kurulduğu sırada imzaladığı koalisyon anlaşmasının en başında, "Yahudi halkının, İsrail topraklarının tüm bölgeleri üzerinde münhasır ve devredilemez bir hakkı vardır." ifadelerine yer verdi.
Bu kapsamda Netanyahu, koalisyon anlaşmasında "Yahudiye ve Samiriye'de (Yahudilerin Batı Şeria’ya verdikleri isim) egemenliğin uygulanmasına yönelik bir politika" yürütme sözü verdi ve bu hedef doğrultusunda çalışıyor.
İsrail sağı, yıllardır yaptığı gibi Filistinlilerin halk olarak varlığını inkar etmekte ısrar ederken, solda da Filistinlilerle barış idealinden veya iki devletli çözüme yönelik adımlardan artık bahsedilmiyor.
Batı Şeria’nın her karışında neredeyse günlük olarak, ev yıkımları, “A”, “B” veya “C” bölgesi fark etmeksizin İsrail ordu baskınları, Filistinli sivillerin can kayıplarıyla sonuçlanan askeri şiddet ve Yahudi yerleşimci şiddeti yaşanıyor.
Filistin şehirleri arasında bulunan çok sayıda İsrail "askeri kontrol" noktası ve ordusunun bir rutin halini alan yol kapatmaları, milyonlarca Filistinlinin hareket özgürlüğünü kısıtlayan ve günlük rutinlerini kabusa çeviren bir olguya dönüştü. Filistin topraklarını hava, kara ve denizden kuşatan İsrail işgali, Filistinlilerin yurt dışına çıkışları için gerekli olan geçiş noktalarının tamamını kendi elinde tutarak onların uluslararası yolculuk imkanlarını sınırlıyor.
Ayrıca İsrail, Oslo Anlaşmaları ile tamamen çelişen biçimde, Filistin ekonomik sektörünü, özellikle de Filistin’e ait fonları büyük ölçüde kontrol ediyor.
Filistin’den Yebbus Politik ve Stratejik Araştırmalar Merkezi Direktörü Süleyman Bişarat ve İsrail’den Tel Aviv Üniversitesi Moshe Dayan Orta Doğu ve Afrikaları Çalışmaları Merkezi’nin Filistin Çalışmaları Direktörü Michael Milstein, Oslo Anlaşmalarının 30. yılında gelinen durum hakkında AA’ya değerlendirmelerde bulundu.
“Arap-İsrail” çatışmasından “Filistin-İsrail” çatışmasına
Bişarat’a göre, Oslo süreci, bu anlaşmalardan önce ve anlaşmalarının ilk aşamalarında, Filistinliler için 1967 sınırlarında bağımsız bir devlet kurulmasını sağlamak amacıyla sunulması bakımından, Filistin meselesinin tarihinde “belirleyici duraklardan” biriydi.
Oslo projesinin başlangıcında, “Filistin halkının çoğunluğu arasında, bu sürecin aslında Filistin devletinin kurulması ve işgalden kurtuluşun ilk temelini gerçekleştirecek bir süreç olacağına dair umut olduğunu” ifade eden Bişarat, “Şimdi ise Oslo Anlaşmaları'ndan 30 yıl sonra, bir Filistin devleti kurulması olasılığının, dolayısıyla iki devletli çözüm olasılığının, İsrail tarafından fiilen sona erdirildiğine dair işaretlere tanık oluyoruz.” dedi.
Filistinli uzman, iki devletli çözüme olan umudun tükenmesinin nedenlerini, şöyle değerlendirdi:
"Bu umut ve iyimserlik çeşitli nedenlerden dolayı kaybolmaya başladı. Birincisi, işgalci İsrail, Oslo'dan yararlanarak Batı Şeria'daki yasa dışı yerleşim projesini güçlendirdi. Şu anda Batı Şeria'da yaklaşık 700 ila 800 bin yerleşimciden bahsediyoruz. İsrail işgal yönetiminin, siyasi, idari ve güvenlik açılarından Filistin'in egemenliğinde olarak sınıflandırılan “A” bölgelerinde bile Filistin’in egemenliğinin tamamını ihlal ettiğini görüyoruz.
İsrail işgal yönetimi, Filistin yönetiminin statüsünü, bir Filistin devleti kurması gereken siyasi bir oluşumdan, Filistin halkına yönelik idari ve insani hizmetleri uygulayan ve denetleyen idari hizmet biriminden ibaret bir yapıya dönüştürdü. İsrail’e göre, bu yapı, aralarındaki güvenlik koordinasyonu mekanizması yoluyla yerleşim projesinin gereklerini karşılamalıdır.”
İsrail’in, Filistin meselesine ilişkin ihtilaf ve çatışmayı Filistinlilerle sınırlı tutarak; Arap, İslam ve bölge ülkelerini bu çatışmadan uzaklaştırması çabasında olduğuna işaret eden Bişarat, “Ne yazık ki İsrail bunu başardı ve çatışmayı artık bir Arap-İsrail çatışmasından Filistin-İsrail çatışmasına dönüştürdü.” diye konuştu.
Siyasi seçeneklerden biri olarak tek devlet seçeneğinin bile İsrail tarafından sonlandırıldığına dikkati çeken Bişarat, “Şimdi İsrail, Yahudi devleti yönündeki perspektifi güçlendiriyor. Bu da, Yahudi devleti içindeki Filistin varlığının sadece demografik bir yapıdan ibaret olacağı, yalnızca insani hizmet yönetimi sağlayan bazı Filistinli nüfus merkezleriyle sınırlı olacağı ve bunun dışında Filistinlilere yönelik hiçbir hakkın bulunmayacağı anlamına geliyor.” dedi.
İsrail’de sol ve sağın Filistin meselesine bakışı
Filistin siyasetinin, İsrail tarafıyla Oslo sürecindeki tartışma ve ilişkilerine, “İsrail solu Filistinlilere haklarını vermek isterken İsrail sağı bunu istemiyor” şeklinde yanlış bir vizyon ile başladığını dile getiren Bişarat, şöyle devam etti:
“Bu denklemin tarihine geri dönüp bakarsak, İsrail rejimini kuran ve 1948 öncesinde Filistin topraklarındaki ilk çekirdeğini oluşturan yapının siyonist hareket ve sol görüşlü İsrail İşçi Partisi olduğunu görürüz. Yani sağ ve sol arasındaki İsrail vizyonunun özü, Filistin topraklarında bir Yahudi devletinin veya siyonist yerleşimci-sömürgeci projesinin kurulmasına dayanmaktadır. Ancak her bir kanadın bu hedefe nasıl ulaşılacağına dair ayrı vizyonu vardır.
İsrail sağı, devletin Yahudiliğinden çok net bir şekilde söz ediyor ve bu perspektife yönelik bölgesel ya da uluslararası herhangi bir eleştirinin olup olmadığını umursamıyor; İsrail solu ise bu konuda manevra yapmaya ya da diplomatik kılıf sağlamaya çalışıyor. Dolayısıyla bu konuda çıkarılan sonuç, Filistin meselesine ilişkin bu iki akım arasında herhangi bir anlaşmazlık olmadığı, var olan anlaşmazlığın araç ve stratejilerde olduğudur.”
İsrail’in Batı Şeria’da değiştirdiği demografi
İsrailli akademisyen ve Filistin uzmanı Michael Milstein de Oslo Anlaşmasının imzalandığı 1993 yılına oranla özellikle Batı Şeria’da değişen demografiye dikkati çekti.
Oslo sürecinde Batı Şeria’da yasa dışı Yahudi yerleşimlerinde yaşayan İsraillilerin 110 bin civarında olan nüfusunun bugün yarım milyonu geçtiğini aktaran Milstein, “(Aşırı sağcı hükümet ortağı ve Yerleşimler Bakanı Bezalel) Smotrich'in açıkladığı 2030 planına göre ise Batı Şeria'da 1 milyon yerleşimcinin olması hedefleniyor.” dedi.
Ayrıca, Filistin ve İsrail tarafındaki “Z kuşağına” bakıldığında “her iki tarafta da neredeyse yeni veya farklı toplumların var olduğuna” işaret eden Milstein, “Bugün hayattaki Filistinlilerin ve İsraillilerin yaklaşık yüzde 40 ila 45'i 1993 yılında henüz doğmamıştı.” diye konuştu.
Milstein, “İki devlet vizyonunun hala geçerli olup olmadığını sorduğumuzda, sanırım bu fikri 1993'te tasarlandığı şekliyle hayata geçiremeyeceğimizi söyleyebiliriz. Bugün Batı Şeria'nın demografisi bambaşka. 1993'te sınırları çizmek oldukça zordu. Ayrılma konusunda ise (Yahudi) yerleşimlerin büyümesi ve yerleşimcilerin sayısının artması nedeniyle bugün bu çok çok daha zor.” ifadelerini kullandı.
“İsrail’in Filistin arenasına ilişkin bir stratejisi yok”
“İsrail'in ne Gazze'de, ne Batı Şeria'da Filistin arenasına ilişkin bir stratejisinin olmadığını düşünüyorum.” diyen İsrailli uzman, bugünkü aşırı sağcı İsrail hükümeti içinde Smotrich ve (Itamar) Ben-Gvir’in temsil ettiği “radikal sağ” ile Netanyahu’nun Likud partisinin birbirinden tamamen farklı bir politikaya sahip olduğunu savundu.
Milstein, bu farkı şöyle açıkladı:
“Likud'un veya Bibi'nin (Binyamin Netanyahu’nun lakabı) Filistin arenasına ilişkin politikası, Filistinliler için egemenlik, devlet veya bağımsızlık sağlamadan mevcut durumu sürdürmeye devam etmek, belki de Filistin yönetimine ekonomik yollarla yardımcı olmak şeklinde.
Ancak Smotrich'in Filistin arenasına ilişkin vizyonunun ne olduğuna baktığınızda tamamen farklı bir gündem görüyorsunuz. Batı Şeria'nın her yerinde (İsrail’in) egemenliğinin kurulacağını, Yeşil Hattın silineceğini, Batı Şeria'nın İsrail içinde eritileceğini söylüyor. Aslında Batı Şeria'daki 2,8 milyon Filistinlinin üzerinde İsrail'in egemenliğini savunuyor, ama onlara vatandaşlık vermiyor.”
İsraillilerin çoğunun ise Smotrich’in bu vizyonun ne anlama geldiğinin “farkında olmadığını” düşündüğünü dile getiren Milstein, “Batı Şeria'nın İsrail içinde tamamen erimesinin anlamının apartheid olduğunu düşünüyorum. Çünkü burada tek bir siyasi yapı içinde iki tür farklı sivil statüden bahsediyoruz.” diye konuştu.
Tel Aviv Üniversitesi Moshe Dayan Orta Doğu ve Afrikaları Çalışmaları Merkezi’nin Filistin Çalışmaları Direktörü Michael Milstein, “Bu plana göre, nehirle deniz arasında tek bir İsrail devleti olacak ve Filistinliler de bugünkü Kudüs'te ikamet eden 400 bin Filistinli gibi olacak; yani ikameti olan ama vatandaş olmayanlar. Peki böyle bir yer hala demokrasinin olacağı ve apartheid'ın olmayacağı bir yer olur mu? Bu gerçekten delilik.” değerlendirmesinde bulundu.
AA
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.