Çok eskiden bir dağın eteğinde küçük bir kulübede Mustafa isimli bir gençle annesi yaşarlarmış. Şehirden çok uzakta olmalarına rağmen çok mutluymuşlar. Mustafa yazın toprağı eker, sebzeler yetiştirir, kışında bunlarla karınlarını doyururlarmış. Mustafa annesini çok sever onu hiç üzmezmiş…
Bir kış günü annesi aniden hastalanmış. Mustafa önce şaşırmış, sonra telaşla annesinin başına ıslak bir bez koymuş. Ama ne fayda annesi gittikçe kötüleşip acıları artıyormuş. Mustafa çareyi annesini şehre götürmekte bulmuş. Annesini sıkı sıkı sarmış. Sonra sırtına yüklemiş karlı dağlar, buzlu dereler aşmış. Birçok zorluklarla karşılaşmış ama yine de annesini sırtında şehre getirmiş.
Doktor, Mustafa’nın annesini muayeneden sonra evladına dönerek demiş ki: annen ölümcül bir hastalığa yakalanmış, çaresi ise zor bulunan bir bitkidir. Mustafa hemen atılmış: Söyleyin efendim, ben onu bulurum. Buradan çok uzaklarda bir dağ vardır. O dağda yetişen otlar bu hastalığa iyi gelir.
Arkasından da tarif etmiş. Mustafa hemen yola koyulmuş. Dik dağları aşmış, kayaları, nehirleri geçmiş, bazen kurt ulumaları, bazen bir dereden akan suların sesleriyle yol almış. Bazen de yorgunluktan olduğu yere yıkılmış kalmış. Ama anne sevgisi büyün zorlukları yenmesini sağlamış. Sonunda dağa varmış. Şifalı otlardan toplamış. Aynı zorluklar karşısında şehre geri dönmüş. Çok perişan bir haldeymiş. Bitkileri hekime vermiş. Hekim hemen ilacı hazırlayıp Mustafa’nın annesine vermiş. Mustafa günlerce annesinin başucundan ayrılmamış. Gözleri ağlamaktan kıpkırmızı kesilmiş… Sonun da annesi iyileşmiş. Mustafa sevinçten uçacakmış. Annesi iyice kendine gelip dinlendikten sonra neşeli bir şekilde evlerine dönmüşler. Eskisi gibi küçük kulübelerinde mutlu bir hayat sürmüşler. Mustafa annesini hayatı botunca hiç üzmemiş ve annesine “öf” bile dememiş…