Sevgili Dostlar;
Geçenlerde Saadet Partisi Genel Başkanı Sayın Mustafa Kamalak’ın bir demecini okudum. Sayın Genel Başkan iktidara geldiğimizde İlköğretimden başlayarak üniversiteye kadar okullarda Osmanlıca dersi okutulacağını söylüyordu. İlk defa bir siyasi yetkilinin ağzından böyle bir demeç dinledim. Aslından Osmanlıca öğrenme konusu geç kalınmış bir meseledir. Çünkü; Türk Milleti İslamiyeti kabul ettiğinden bu yana 1000 yıldır bu yazı dilini kullandı.600 yıl süren Osmanlı Devleti ile ilgili ne varsa Osmanlıcadır.
Milli Kültürümüzün temelini teşkil eden eserlerimizin hemen hemen tamamı Osmanlıcadır. Hâlbuki yeni nesillerimiz kim bilir hangi dedesinden kalmış bir kitap veya eski bir tapu senedinin, bir paranın, bir çeşme kitabesi, tarihi bir çarşı girişi ya da her gün altından geçtiği üniversite giriş kapısında yazılı olan OSMANLICA metnin, gerek muhteva, gerekse estetik zevkini yudumlama imkânından ne yazık ki mahrumdur.
Üzerinde güneş batmayan koca bir imparatorluğun koca bir Cihan Devletinin dayandığı sırrın perde arkasındaki çağ açı, çağ kapayan bir kültürün mirasçılarının, birkaç yıl değil, asırlarca tüm dünyaya adalet ve şefkati ile avucuna alan ve ışık saçan o güzelliklerin muhteşem alt yapısını araştırma zarureti açıktır.
Öne şu gerçeğin altını kuvvetle çizelim: OSMANLICA olarak bilinen TARİHİ TÜRKİYE TÜRKÇESİ bir yazı dilidir. Türkçeden ayrı bir lisan değildir. Maalesef bugün Osmanlıcayı İngilizce ve Almanca gibi TÜRKÇEDEN ayrı bir lisan zannedenler az değildir. Oysa Osmanlıca sadece bugünkünden ayrı harflerle yazılabilir bir yazı dilidir. Bizden sonraki nesillere Milli Kültürümüz adına köprü olabilme mesuliyetimiz bir yana sanat yönünden dünyayı hayretlere düşüren canım eserlerimizi ne okuyabiliyoruz ne de yazabiliyoruz.Bu emsalsiz sanat eserlerimiz yabancı müzelerin baş köşelerini süslemektedir.
Oysaki kendi ülkemizde ecdadımızın bizlere birer emaneti bir yadigârı olan ve bir kısmı aylar süren çalışmalarla ancak hazırlanabilmiş levha ve mermerlerle işlenmiş ve asırlara meydan okuyacak şekilde ayakta duran eserleri, cami kubbelerine işlenmiş o güzide yazıları okuyup inceleyecek kimseler ne yazık ki çok az. Her gün 5 vakit gittiğimiz cami duvarlarındaki yazıları okuyamıyoruz. Bu bizim için yüz kızartıcı bir durum değil midir?
Ecdadımızın her zaman şeref duyduğumuz bin yıllık şanlı bir tarih koridorundan bizlere armağan ettikleri sayısız güzide eserler bugün fikri boyutta da çoğumuza maalesef bir turiste olduğu kadar uzak, anlamsız ve yabancıdır.
Üzüntüyle belirtelim ki; bugün Batılı araştırmacıların bizim ecdadımızdan kalma eserleri bizden daha iyi tanıyorlar. Eserlerini İngilizce olarak yazıyorlar. Kütüphanelerinin başköşelerinde saklıyorlar. Bizde o eserleri incelemek için İngilizce bilmek zorunda kalıyoruz. Bu bizim için aşağılayıcı bir durum değil midir?
Gönlünde Milli Kültürden bir nebze olsun hissesi bulunanların içinde bulunulan bu duruma üzülmemesi elde değildir.
Peki, başta aydınlarımızın ve hepimizin atarlımızdan bize miras kalan eserlere ulaşmak için OSMANLICA öğrenmek zor mudur? Hiçte zor değildir. Bundan iki yüz yıl önce yedi yaşında bir çocuğun öğrendiği Osmanlıca okuma ve yazmayı biz nasıl öğrenemiyoruz.
Ben şahsen OSMANLICA öğrenme konusunda son beş altı aydan beri epey mesafe kat ettim. Anladım ki günümüz alfabesi ile okuyup yazılmasından pek farkı yok. Çok şükür üzerinde çalıştıkça bu konuda bilgi ve becerilerim artıyor.
Osmanlıca öğrenmeye neden ihtiyaç duyduğumu karşılaştığım iki olayla anlatacağım.
Kendi Köyüm olan Koca kavak köyünün tarihi bir camisi var. Caminin dış kapısındaki yazının ne olduğunu bir türlü okuyamıyoruz.
Kime gösterdi isem bir sonuç elde edemedim. Yalnızca kapının kenarında ahşap bir levhaya yazılmış yazıdan tarihi okuyabiliyoruz. Tarih olarak Rumi 1265 yani Miladi olarak 1849 yılına denk geliyor. Bu 1849 tarihini caminin yapılış tarihi olarak biliyoruz.Oysa ki 1849 tarihi caminin tamir edildiği yeniden onarıldığı tarihmiş.Bu gerçeği ancak Sayın Doç.Dr.Recep GÜN Bey’in kapıdaki yazıyı okuması ile öğrenebildik.Ne kadar cahil insanlar olduğumuzu bu gerçeği öğrenince anladım.Bu olay çok ağrıma gitti.
İkinci olay ise Rahtvan Caminin bahçesindeki bir mezarın durumudur. Bu mezar kimin mezarı imiş diye sorduğumda halkın %99’unun Camiyi yaptıran Rıdvan Paşa’nın kızı olduğunu söylüyor. Hem de mezarın başındaki kitabeye bakarak bunu ifade ediyor. Üniversiteler bitirmiş koca koca adamlar bile aynı şeyleri anlatıyor. Bir gün Rahmetli Prof. Şaban KUZGUN dostumu bu mezarın kitabesini okuttum. Gördüm ki bu mezarın yapılışı ile alakası yok. Mezar bir kadına aittir. Duyu-mi Umumi kâtibi Ziyattin Efendinin kızı İKBAL Hanımın mezarı diye yazıyor. Koskoca Çarşamba’nın halkı olarak bizler bir kitabeyi bile okuyamıyoruz. Her gün kenarında oturduğumuz mezarın kime ait olduğunu bilmiyoruz. Böyle bir komedi ancak Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın hikâyelerinde olur. Bu durum bizim için utanılacak bir durumdur.
DEVAMI YARIN...