Sahiplenici bir yönümüz vardır hep burası bizim vatanımız, burası bizim toprağımız, burası bizim tapulu malımız diye. Peki, sadece bunu bize kanun karşısında devletten aldığımız tapu senetlerimi dedirtiyor. Bu sorunun cevabı kesinlikle hayır olmalı. Elimizdeki kağıtlar değil üstüne kurduğumuz medeniyettir tapu hükmünde olan. Mezarlıklar, hanlar, hamamlar, camiler, külliyeler aklımıza gelecek ne kadar şey varsa tapu onlardır. Bulunulan yerin kime ait olduğunu tescilleyen tapu hükmündedir bu eserler. Ve biz millet olarak 1071 den öncesinde de Anadolu'ya geldik yerleştik fakat sayı olarak azınlıkta kalmış olmamızdan dolayı milli kimlik ve benliğimizi yitirip asimile olduk. Kısacası Anadolu'da yaşayan diğer kavimlere benzedik ve yok olduk. Kendimize özgü burada daha önce var olduğumuzu kanıtlayıcı eserler bırakamadık. 1071 Malazgirt sonrası daha kalabalık daha organize geldik bu topraklara, yurt edindik ve imar faaliyetlerine giriştik. Her anlamda Anadolu'yu bayındır hale getirmeye çalıştık. Medreseler, camiler, darüşşifalar, külliyeler, köprüler yaptık. Ve aklımıza gelmeyen nice eserler inşa ettik. Bize ait, biz burada yaşadık yaşıyoruz dediğimiz eserler. Bunların yanında en önemli olan tapu olarak da cami ve mezarlıklarımız olmuştur. Burasının bizim vatanımız olduğunun tapusu bu uğurda şahadet şerbeti içen şehitlerimiz, anne, baba ve kardeşlerimizi defnettiğimiz bu aziz toprak olmuştur. Ve manevi yönümüzü besleyen, birlik ve beraberliği, kardeşliği düstur edindiğimiz ibadethanelerimiz olmuştur.
Türklerin aslında yarı göçebe bir topluluk olduğunu bilmekteyiz ve evleri "at sırtında" diye Türkler nitelendirilmektedir. Fakat unutulmamalıdır ki Türkler yaylak ve kışlak göçebeliği yapmışlardır. Bu durum da aslında hayvancılıktan kaynaklı bir durumdur. Verimli topraklarda Türklerde iyi birer üretici olduklarını kanıtlamışlardır. Türkler daimi bir yurt bulup özgürce yaşayabilecekleri yerler için Batıya yani Anadolu'ya doğru yollara çıkmışlardır. 1071 Malazgirt sonrası Anadolu'nun fethi ile burası yurt yapılmıştır. Bu yurdun kalıcı olması, Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslamlaşması için birçok eser yapılmıştır. Bu eserlerden günümüze pek çoğu kalamamıştır. Kullanılan yapı malzemesi ve geçirdiği doğal afetler sonucu ya tamamen yok olmuşlardır ya da restore edilmeye çalışılırken aslından farklı bir şekilde yeniden oluşturulmuşlardır.
Samsun vilayetinin en önemli ilçelerinden biri olan Çarşamba ilçesinde de ilk Türk yaşamları çok eskiye dayanmaktadır. Malazgirt sonrası Selçuklu Türklerinden Kutalmışoğlu Süleyman Şah komutasındaki ordunun yaptığı akınlarla Samsun'u ele geçirmiştir. 1096 yılında Bizans kışkırtması sonucu yapılan haçlı seferleri ile kaybedilen şehir tekrardan Sulatan I.Alaeddin Keykubad döneminde yeniden Türk ve İslam toprağı olmuştur.
Anadolu'nun fethinin daha çok ilim ile hoşgörü ile fethedildiği bilinmektedir. Önce İrşat ekipleri gider gönülleri fetheder sonrada ordularımız gider toprakları fethederdi. İşte bu irşat ehlinin bir ürünü olan Yeşil ırmağın ikiye ayırdığı ve taşıdığı alüvyonlarla verimli bir delta ovası armağan ettiği Çarşamba ilçesinde Hasbahçe mahallesindeki Göğceli mezarlığı içinde bulunan Göğceli camisidir. İsmini "göç" ve "eli" kelimelerinin birleşmesinden yani göç edenlerin ili anlamına gelen kelimelerden almaktadır. Zaman içerisinde göç eli birleşerek halk arasında Göğceli olarak söylene gelmiştir. Çivisiz cami olarak da bilinen Göğceli cami gerek mimarisi gerekse yapıldığı dönemde kullanılan teknoloji ile 8 asırdır ayakta kalmış nadide eserlerden biridir. Türkiye sınırları içerisinde en eski ahşap camisi olan bu cami bölgenin İslamlaşması ve fethinin kolaylaşması adına atılan büyük bir adımdır. İçinde bulunduğu mezarlığa da adını veren bu cami tam olarak kim tarafından yaptırıldığı bilinmemektedir. 1205-1211 yılında Selçuklu tahtında bulunan I. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında yapıldığı bilinmektedir. Daha sonra buranın 1220-1237 yıllarında Selçuklu tahtında bulunan I.Alaeddin Keykubad zamanında fethedildiği düşünüldüğünde irşat ehli tarafından önceden gidip fetih için gönüllerin kazanılmaya çalışıldığı sonucuna varılabilmektedir. Bu Göğceli caminin 1205 yılında yapıldığını desteklemektedir. 1990 yılında Amerikalı bilim adamı P.I. Kuniholm tarafından alınan numune ile yapılan testlerde (ki bu testler tarihe yardımcı bilim dallarından yazısız kalıntıların yaşlarını belirmemek içim Karbon 14 denilen teknikle yapılır) 1205-1206 yıllarında yapıldığını kanıtlamaktadır. Bu sonuç bizim kaynaklarımızın da doğruluğunu ortaya koymaktadır. Caminin yapımında hiç çivi kollanılmaması ve kurt kapanı tekniği ile tahta kalaslardan yığma şeklinde yapılması olağan üstü bir eser ortaya çıkarmıştır. Yapıldığı dönem düşünüldüğünde çağının çok çok ilerisinde bir mimari teknoloji olarak yapılan cami temelinde kullanılan takoz sistemiyle de depreme karşı ayakta kalıp günümüze kadar ulaşmasında önemli bir rol oynamıştır. Kullanılan bu takoz sistemi ile deprem esnasında cami hareket ettiğinden kasılıp kırılma veya çökme oluşmamaktadır. Bu sistemi şimdilerde hepimizin hayranlıkla baktığı Japonlar kullanmaktadır. Biz bu sistemi 8 asır önce kullanmışız meğersem. Ki Çarşamba ilçesi ülkemizde 2. deprem bölgesi kuşağında yer almaktadır. Ayrıca belirtmekte yara var mimarisinde ince bir ayrıntı daha saklıdır. Bir çökme esnasında içerdeki cemaate zara gelmemesi için iç direkler hafif mihraba doğru eğimlidir. Bir çökme halinde çatının cemaatin üstüne düşmemesi de düşünülmüştür. Birçok yabancı bilim adamı bu yapıyı incelemek için camiyi ziyarete gelmiştir. Bu bilim adamlarının arasında İsveç ve Japon bilim adamları da vardır. Depremin yanı sıra bol yağışlar neticesinde oluşan sel gibi doğal afetlere de direnebilmiş bir şaheserdir. 300 kişilik cemaat kapasiteli olan caminin inşaatında pelit, kestane gibi dayanıklı ağaçlar kullanılmıştır. Ağaçların doğada belli bir ömrü vardır. Bu ömrü arttırmak için birkaç işlemden geçmesi gerekmektedir. Kenarlar hiç ek yapılmadan boydan boya kalaslar şeklinde yapılmıştır. Bu kalasların ömrünü uzatmak için fırınlanması ya da bitkisel olarak doğal vernikleme usullerinin kullanılmış olması söz konusudur. Ağaçların kesim zamanı da bu sürenin uzunluğu açısından önemlidir. Caminin içyapısın da görünen süslemelerin Selçuklu-Osmanlı sentezi olduğu aşikârdır. Hem Selçuklu hem de Osmanlı dönemlerinden izler taşımaktadır. Bu süslemelerin kökboyalarıyla yapıldığı ve bu güne kadar canlı kaldığı görülmektedir. Allahın isimleri, Peygamber efendimizin isimleri ile o dönemin yaşantısına ve bulunduğu coğrafyaya uygun motiflerde yer almaktadır. O dönemin şartlarında depremin hesaplanıp bir mimari eser ortaya çıkarılması neticesinde kullanılan ahşap malzemenin de doğaya ve yıllara karşı yapısının korunması imkânsız bir teknolojik gelişme olmasa gerek.
2004-2005 yıllarında bir restorasyon geçiren Göğceli Cami aslına uygun bir şekilde yenilenmiştir. Tüm görmüş ve geçirmişliğiyle ibadete gelen Müslümanlara manevi bir dinginlik ve huzur vererek uğurlamaktadır. Bulunduğu yerin İslam beldesi ve Türk vatanı olduğunun tapusu olarak 1205 yılından beri yani 8 asırdır dimdik bir şekilde varlığını sürdürmektedir.
Üzeyir BIYIKLI
Araştırmacı Yazar