Türkçe öğretmeni, şair ve yazar kimliğiyle gönüllerimize dokunan Sayın Kumrugül Türkmen hocamızı, sizlere daha yakından tanıtmak için özel bir röportaj hazırladık. Hocamızın engin bilgi ve deneyimleriyle süslenecek bu söyleşi, edebiyat dünyasına farklı bir pencereden bakmamızı sağlayacak. Unutulmaz anlara şahitlik etmek ve zihinlerimize yeni ufuklar açmak için sizleri de aramıza bekliyoruz. Buyurun o halde röportajımızın 1 inci bölümünde hep birlikte yol alalım.
Remzi ÖZKAN: Öncelikle röportajımıza hoş geldiniz değerli hocam. Ben röportajların vazgeçilmezi olan o klasik soruyla başlamak istiyorum. Kendinizi kısaca tanıtır mısınız bizlere?
Kumrugül Türkmen AKIN: Hoş bulduk Remzi Bey. Söze hoşlukla başlamak hoşluklar getirir inşallah. Ben öncelikle çok teşekkür ediyorum böyle güzel bir çalışmaya şahsımı da dahil ettiğiniz için. Umarım yaptığımız çalışma hayata ve insanlığa umut ve fayda getirir.
İnsanın kendini tanıtması oldukça meşakkatli bir durum. Kişinin kendini, kendi gözüyle görmesi biraz zor olsa gerek. Ama somut bir şekilde anlatmaya çalışacak olursam, şöyle başlayabiliriz: Her şeyden önce anneyim. İnsanların yeryüzüne Allah’ın emaneti olarak gönderildiğine inanıyorum. Bu emanetlerden üç evladımın annesi olmak ilk tanıtıcı özelliğim diye düşündüm. Aynı zamanda eşimle iyilikte ve kötülükte sağlam duruş sergileyebilmek adına birbirimizin emanetçisiyiz.
Kendim olarak baktığım zaman; insanlık sıfatını layıkıyla taşıyabilmek için her an mücadele halindeyim, diyebilirim.
Türkçe öğretmeniyim. Ve her gün ilham kaynağım olan öğrencilerimle göz göze gelmek, beni hala heyecanlandırıyor diyecek kadar bu mesleği severek yapıyorum.
Aynı zamanda edebiyat, resim, el sanatları ile ilgileniyorum. Müziği çok seviyorum. Özellikle resim yaparken müzik dinlemek vazgeçilmez bir mutluluk benim için. Müzikle resim arasında yoğun bir kardeşlik bağı olduğunu düşünüyorum ayrıca.
Türkistan’da (Afganistan’ın güneyi) doğdum.
Annem ve babam Türkmen. 1982 senesinde ailemle devlet kanalıyla Türkiye’ye geldik. Altı kardeşiz. Çocukluğumun büyük bir kısmı, ilk gençlik dönemlerine kadar İstanbul’da geçti. İstanbul’un üzerimdeki etkisi çok fazladır. Hayattaki belli başlı iyikilerimdendir İstanbul…
Şu anda bir devlet okulunda Türkçe öğretmeni olarak görev yapıyorum. Tokat’ta yaşıyorum.
Remzi ÖZKAN: Hem üst düzeyde sevilen bir eğitimcisiniz ki ben buna bizzat şahit olan biriyim hem de çok yönlü bir sanatçısınız. Sanatsal faaliyetlerinizle ilgili sorularıma daha sonra değineceğim fakat benim öncelikle öğrenmek istediğim “özgürlük”, “vatan” ve “bayrak” kavramları sizin için ne ifade ediyor? Çocukluk evresinde başınızdan geçmiş olan olayları göz önüne alarak, sanırım bu konulardaki en içten cevapları siz verebilirsiniz diye düşünüyorum.
Kumrugül Türkmen AKIN: Öncelikle gözlemlerinizden yola çıkarak öğretmenliğimle ilgili çıkarımlarda bulunmanız beni gerçekten mutlu etti. Öğrencilerimi çok seviyorum. Ve onların da beni sevdiğine şahit olmak, bu sevgiyi yaşamak elbette beni mutlu ediyor.
Ama “sanatçı” vasfını bana yakıştırmanız öncelikle bir incelik ancak derin ve yoğun bir sıfat benim için. Bu yüzden sanatçı olma durumunu çok üzerime almak istemiyorum. Sadece sanata ilgi duyan ve hayatında sanatı bulundurmaya çalışan biri olarak kendimi tanıtmak istiyorum.
İnsanlar bir ayna gibi yansıtıcıdırlar. Öğrencilerimin sevgisi ve masumiyeti bana yansıdığı için onlarla bu heyecanı yıllardır yaşıyoruz. Bu heyecanımın bittiği gün eğitimciliğim de biter diye düşünüyorum. Ama en büyük dualarımdan biri de bu heyecanın benden ölene kadar gitmemesi. Çünkü bu tılsım sayesinde her gün, yeni bir sefere çıkar gibi hayata koşmak beni canlı tutuyor. Eğitimcilik ve öğretmenlik içiçe kavramları aslında. Öğretmenlik eğitimciliğin bir parçası olabilir. Eğitimcilik toplumsal bir durum. Çünkü her an iç içesiniz olumlu davranışlarla. Ya da şöyle söyleyelim olumsuzda bile az da olsa olumluyu görerek sürekli bir mücadele halindesiniz. Eğitimcilik bunu gerektiriyor. Bu yüzden hem öğretmen hem eğitimci olabiliyorsak ne mutlu bize.
Sorunuzun asıl önemli yerine gelecek olursak özgürlük, vatan, bayrak gibi konular gerçekten benim için çok önemli, değerli ve çok hassas.
Çünkü sizin için maddi ve manevi değeri olan bir varlığı yaşarken değil de yokluğunda daha iyi anlıyorsunuz. Bir insanın kendine saygı duyabilmesi ve değer verebilmesi için kalbinin ve aklının mutmain olması gerekir. Bunun için de ayaklarını basabileceği sağlam bir toprağa ve gönlünü yaslayabileceği sağlam bir inanca sahip olması gerekiyor diye düşünüyorum. Öğrencilerime de konusu geldikçe anlatırım. İnsanlar evlerinde barınırlar. Ev olmadan mutlu bir aile hayatı sürmemiz oldukça zordur. Düşünsenize aile bireyleri birbirini çok seviyor, değer veriyor ama aynı yaşam alanı üzerinde bulunamıyorlar. Neden? Çünkü yok. Veya birileri size ait olanı sizden almış veya almak için uğraşıyor. Böyle bir durumda nasıl mutlu ve umutlu olabiliriz? Her an endişe, korku… Yani sadece aile olmak yetmiyor. Ailenin huzuru için bir barınak şart. Bu yüzden üzerinde yaşadığımız topraklar yani vatanımız kocaman bir evdir. Bu evde yaşayan aile evin refahı ölçüsünde mutlu ve huzurlu olur. İşte bu evde yaşayan aile de bir nebze millettir. O yüzden biz ailesiz evi, evsiz de aileyi düşünemeyiz.
Şu son dönemlerde meydana gelen insani kıyımlar ve katliamlar bunun en açık göstergesidir. Kısacası bir medeniyet için ev vatan, aile ise millettir. Bu yüzden vatan olmadan millet; millet olmadan da vatan asla olamaz. Ve bayrak… Vatan üzerinde yaşayan milletimin bağımsızlığını haykırışıdır bayrak. Her şeyin bir imgesi, sembolü olduğuna göre bayrakta benim özgür sesimin göklerde dalgalanışıdır. Az önce de dediğim gibi bizim için kutsal olan değerleri ne yazık ki yokluğunda daha iyi anlıyoruz. Oysa sol yanımızda atan, bizi biz yapan yüreğimizde bu değerleri daim taşısak sanırım kutsallarımızı daha değerli görür ve kendimizi daha kıymetli hissederiz.
Dediğiniz gibi ben küçükken bu değerli varlıklardan ayrılmak zorunda kalan biriyim. Bunları yaşarken çocuktum. Ama zihinde en çok çocuklukta çekilen fotoğraflar canlı ve taze kalıyor niyeyse.Bir insanın sevdiklerini arkada bırakarak buruk bir şekilde yol almasını çocukken yaşadım. Bu durumu, müsaade ederseniz göçü yaşayan ecdadımı düşünerek yazdığım şiiri buraya aktararak ifade etmek istiyorum.
SÖZ OLSUN
Sürgün yedin biliyorum.
Sevdiğinden, ömründen
İplik iplik bağlandığından özünden,
Süpürüldün, silindin,
Acılar denizinde,
Yelken yelken yol aldığını,
Biliyorum.
Yurdun olacağım.
Söz olsun!Bir fesleğen kokusunda
Yurduna kanat açtığını,
Buram buram,
At, otağ, ok, yay koktuğunu
Gök kubbenin altında,
Boynu bükük durduğunu
Biliyorum.
Bozkırda esintin olacağım.
Söz olsun!
Çiçekler derlenip
Toy, düğün, bayram edince,
Gözlerden gönüllere,
Bir yol gidince,
Ruhundan turnaların göçtüğünü,
Siyah, yılkı atların damarında koştuğunu,
Biliyorum.
Toyunda coşkun olacağım,
Söz olsun!
Dağ gibi, deniz gibi
Uçsuz bucaksız,
Güçlü duruşunda
İçinde ağlayan,
Yüz yıllardır ağlayan,
Çocukların olduğunu,
Biliyorum.
Masum yüreğine ezgi,
Ağlayan çocuğuna,
Ninni olacağım.
Söz olsun!
Remzi ÖZKAN: Bu duygu yüklü güzel şiir için de ayrıca teşekkür ederiz hocam. Ne de güzel anlatmışsınız göç ruhunu. Çekilen acılar, sevdiklerinden ayrılış ve sonsuz bir özlem... Söyleşimize devam ettikçe sizinle ilgili ulaştığımız bilgiler de oldukça bilgilendirici ve ilgi çekici bir hal almaya başladı. Geçmişinizde yaşadığınız olaylar ne kadar hassas da olsa samimiyetle ifade ettiğiniz için tekrar teşekkür ediyorum. Devam edecek olursak… hocam, çocukluk döneminiz dört farklı ülkede geçti. Buna dört ayrı kültür, dört ayrı yaşam veya dört kez küllerinden yeniden doğmak diyebiliriz. Peki hocam, farklı ülkelerde yaşama gereksinimi niçin doğdu? Bu aşamayı anlatır mısınız?
Kumrugül Türkmen AKIN: Atalarım, Rus zulmünden dolayı Türkmenistan’dan Güney Türkistan’a (bugünkü Afganistan’ın güney bölgesi) göç etmek zorunda kalan ErsârıTürkmenleri’ndendir. O dönem Rusya’nın uyguladığı siyaset gereği Orta Asya’daki Türklere karşı sindirme politikası başlatılmıştır. Ata yurdumuzda çok mutlu, huzurlu, refah içinde yaşarken bu olaylar yüzünden büyük sıkıntılar ve üzüntüler yaşanmıştır. Türk insanına uygulanan zulümler sonucu pek çok Türk Orta Asya’dan yani Türkistan’dan ayrılmak zorunda kalmıştır. Benim atalarım da bu zulme maruz kalmış ve Afganistan’ın güney bölgesine göç etmişlerdir. Burayı yurt tutmuşlar, çoğalmışlar.
Güney Türkistan bölgesine yerleşen ve zamanla buraya kök salan atalarım uzun yıllar mutlu ve refah içinde yaşam sürmüş. Dedem o dönemin sevilen ve sayılan bir din alimiymiş. Aynı zamanda maddi yönden güçlü olması;yoku,yoksulu gözetmesi saygınlığını arttırmış. Dedem o dönemde Afganistan’da astragan kürk ticareti yaparmış.Aynı zamanda tarıma bağlı bir hayat sürerlermiş. Dedem, yaşadığı bölgedeki Türkmen toplumu tarafından kendisine verilen yöneticilik sıfatını layıkıyla taşımaya çalışmış. Dolayısıyla mensup olduğum sülale o dönemlerde son derece müreffeh ve salahiyet içinde yaşamlarını sürdürmüş.
Dedem o dönemin şartları gereği dört tane hanımla evlenmiş. Dört hanımdan olan çoluk çocuğuyla geniş bir coğrafyaya yayılması sonucu şartlarda ona göre gelişmiş. Dedem vefat etmeden önce bütün yetkilerini hatta resmi yazışmalarda kullandığı mührünü en küçük hanımından olan en büyük oğluna bırakmış. Yani benim babama. Dedem niye babamı seçmişti? Liderlik vasfı ve yeteneklerinden dolayı babamı layık görmüştü diye düşünüyorum. Dedem vefat ettikten sonra sülalenin lideri babam olmuştu. Babam çok cevval bir insandı. Çok genç olmasına rağmen görevini hakkıyla yerine getirmişti.Mutlu ve huzurlu bir süreç yaşanmış uzunca bir zaman.
Ancak Afganistan’da yine Rusya’nın etkisiyle kominizim rejiminin uygulanması için yapılan girişimlerde ailem maddi ve manevi zararlar görmüştür.(Konuyla ilgili kümbet dergisinin 48. sayısında babaannemle (mâmam)yaptığım “DevletsizlikBabasızlıktır ” adlıröportaj da ayrıntısıyla anlatmıştım.)
Ruslar Afganistan’da bizim yaşadığımız bölgeyi işgal etmeye başladığı dönemlerde babam, yerel Türkmen direnişçilere silah ve para yardımı yapıyordu. Evimizde bulunan gömme dolapların içinde mücahitler için silahlar saklanıyordu. Çok tedirgin çok huzursuz zamanlar yaşadığımızı ben çocuk kalbimle hissediyordum. Bir gün hayatımızın belki de benim hayatımın en kalıcı fotoğraflarından biri çekildi. Çok geniş bir aile idik. Hava çok sıcak olduğu için geceleri dışarıda yatıyorduk. İnce beyaz kumaştan yapılan çadırlar oda gibi düzenleniyordu. Herkesin avluda gece uyuması için böyle düzenekler ayrı ayrı kuruluyordu. Yine bir gece vakti hepimiz uyurken Ruslar aniden bize baskın yaptı. Hepimiz korkuyla uykudan uyandık. Ellerinde silahlar pek çok Rus askeri avluya doluşmuştu. Ailemizdeki erkekleri sıraya dizdiler. Babamın kim olduğunu sordular. Babam öne çıktı. Bir Rus askerinin dipçikle babamın çenesine vurduğu o anki sesi hala kalbimde duyuyorum. (Şu anda bile babam yemek yerken çene kemiğinden değişik bir ses gelir.)Sülalenin kadınları ve çocukları çığlık çığlığa ağlıyordu. Babam ise boynunu asla aşağıya eğmiyordu. Darbeler geldikçe daha çok dikleşiyordu. Çocuk gözlerimin çektiği bu fotoğrafı asla ve asla unutmadım, unutmayacağım. Babamı ellerini bağlayıp alıp götürdüler. Benim için rengarenk dünyanın ilk kez kapkaranlık olduğu gün o gündü. İşte o gün bundan sonra hiçbir şeyin olması gerektiği gibi olmayacağını anlamıştım. Hem olumlu hem olumsuz anlamda. Babamın arkasından bakakalmıştım. Sonra karanlık gökyüzüne baka baka hıçkırarak ağladığımı hatırlıyorum. Ailemizin tam ortasına ateş düşmüş gibiydi. Çünkü babam liderimizdi. Sadece bizim değil, o bölgede yaşayan bütün Türkmenlerin lideri konumundaydı. Aylarca Afganistan’ın başkenti Kabil’de bir hapishanede kaldı. Hücre arkadaşı da Türkmenlerin Afganistan’daki lideri Abdulkerim Mahdum Bey’di.(Rahmetli Abdulkerim Mahdum Bey ile babamın arkadaşlığı, dostluğu Türkiye’de de devam etti. Ailecek görüşürdük. Kendisi Allah razı olsun beni kızı gibi severdi. Yeşilyurt’ta ikamet ettiği dönemlerde zaman zaman ziyaret ederdim. Bu görüşmelerden birinde Afganistan’da babamla hapishane arkadaşlığını anlatmıştı.)Babam hapse atılmadan önce Abdulkerim Mahdum Bey’i hapse atmışlardı. Babamın hapse getirileceği haberi de kendisine ulaşmıştı. Babam yanına gelmeden önce “dost geliyor.” adlı babam için bir şiir yazdığını bana anlatmıştı. O an ikimiz beraber duygulanmıştık. (Allah gani gani rahmet eylesin. Türkmen milleti için çok cefalar çekmiş bir kişiydi.) İkisinin de suçu Türkmen milletinin yararına işler yapmaktı. İnsanların milletini sevmeleri ve onları yüceltmek için çalışmalarının suç olamayacağını zihnime nakış nakış o yıllarda işliyordum. Babam ve Abdulkerim Mahdum bey Ruslar Afganistan‘ı işgal etmeden yıllar önce resmi temaslarda bulunmak için Türkiye’ye gelmişlerdi. Burada Türkiye Cumhuriyeti Devlet yetkilileri ile görüşmüş ve ikinci bir yurt olarak Türkiye’nin düşünülmesi gerektiği üzerinde durmuşlardı. Ancak Afganistan’da Rusların bu kadar ani bir gelişmeyle soykırım uygulamaya başlayacakları çok düşünülememişti. Gelinen son durum göçün kaçınılmaz olduğunu bizlere göstermişti. Babam aylar sonra hapishaneden çıktı. Aile büyükleri göç hazırlıklarına başladılar. Bu çok ani ve hızlı oldu. Bütün topraklarımız evlerimiz, hayvanlarımız, yeni yün fabrikamız, tüm tarla, bahçe hepsi işgal altında kaldı. Sadece yükte hafif pahada yüksek varlıklarımızı alarak hicret etmek zorunda kaldık. Afganistan – Pakistan sınırını geçerken hissettiğim tehlikeyi ve korkuyu hala hatırlıyorum. Hatta ilk şiir kitabım olan Muştu’yu hitap ettiğim Kardeşim Muhammet Şah Türkmen’e yazdığım şiirimi (sen benim diğer yarımsın) bu duygularla yazmıştım.
Pakistan’a geldik sonra çok kalabalık bir sülaleyi, çok dar alanlara yerleştirmeye çalışırken ki babamı hatırlıyorum. Hala yurdumuzdaki refahı ve huzuru sağlamaya çalışıyordu. Çok büyük bir aileydik. Ve hiç kimse pes etmiyordu. Amcam, yengem, kuzenlerim üvey amcalarım, amca çocuklarım halalarım, ailenin büyükleri hep bir arada durmaya çalışıyorduk. Ama yurdumuzdaki bolluk ve rahatlık ne yazık ki yoktu. Pakistan’daki insanlar da yurdumuzdaki insanlara benzemiyorlardı. Kültürleri gelenekleri bizlerden farklıydı. Urdu halkı giyim kuşamları da bizim kıyafetlerimize benzemiyordu. Konuştukları dil, yemekleri, kullandıkları eşyalar, isimleri kısaca her şeyleri farklıydı. Pakistan ile ilgili hafızamda en çok uzun, siyah saçlı kız çocukları ile esmer oğlanlar kaldı. Evlerin arasındaki sokaklar tam bir oyun alanıydı. Bu arada günlük hayatımızı sürdürebilecek kadar Urduca (Pakistan’da yerel halkın konuştuğu dil) da öğrenmiştik. Mahallemizdeki Pakistanlı çocuklarla oyunda konuşabilecek kadar sözcük dağarcığım oluşmuştu. Cana yakın sevimli çocuklardı. Samimi arkadaşlıklar da kurmuştum. Çok fazla sokak oyun oynardık o çocuklarla. İlk seksek oyunum Pakistan’da Urdu arkadaşım Nayyıt la gerçekleşmişti. Pakistan’la ilgili en çok aklımda kalan imgelerden biri de yemekleridir. Ekmek yerine daha çok lavaş tarzı yiyecekler yiyorlardı. Yemekten hemen önce saç üzerinde yufkadan biraz kalın lavaş yapıyorlardı. Bu lavaşa sararak çok acılı yemekler yediklerini hatırlıyorum. Bazı komşularımız bu yemeklerden bize de ikram olarak getirirlerdi. Bizler Pakistan’da bulunan Türkler olarak kendi gelenek ve göreneklerimizi çok rahat sürdürdük. Pakistan halkı Türklere karşı aşırı bir değer ve saygı hissediyordu. Babam bu durumun, tarihteki olaylarda iki ülkenin birbirine verdiği destekten kaynaklandığını söylüyordu. Konuşmalarında her daim dost ve kardeş ülke Pakistan olarak ifadelerde bulunurdu. Pakistan’da yaklaşık olarak bir yıl kaldık. Sonra İran’a gittik. İran’ın bir bölgesinde Türkmenler yoğunluktaydı. Babam ve amcamın ticaretten dolayı yurtdışıyla bağlantıları oldukça sağlamdı. İran’da Türkmenlerin yoğun olarak bulunduğu Türkmen Sahra diye bir bölgeye yerleşmeyi düşünüyorlardı. Ancak sonradan yaşanan gelişmeler İran’da düşündüğümüzden daha az kalmayı öngördü. İran’da en çok aklımda kalan rengarenk çok güzel şekerlerdi.
Babam ve amcam eve her gelişlerinde biz çocukları sevindirmek için bu güzel şekerlerden getirirlerdi. Çok ilginçtir öyle güzel öyle hoş kokulu şekerlere daha sonra rastlayamadım. İran’da Pakistan’dan daha az kaldık. Sonra tekrardan Pakistan’a geçtik. Bunun sebebi Türkiye’den gelen heyetlerin Abdulkerim Mahdum Bey ve babamla kurdukları siyasi girişimlerdi. Türkmenler topluca devlet kanalıyla Türkiye’ye getirileceklerdi. Bu olay 1982 senesinin Ağustos ayında gerçekleşti. Ve biz artık ikinci yurdumuz olan Türkiye’ye gelmiştik. 1982 senesinde dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren zamanında sadece Türkmenler devlet kanalıyla Türkiye’ye gelmemiştir. Aynı zamanda Türkmenlerle birlikte Özbekler, Kazaklar Kırgızlar ve Tacikler olmak üzere 4500 kişi kontrollü biçimde muhacir olarak getirilmiştir. Türkmenler ilk olarak Tokat /Artova'ya yerleştirilmiştir.
Böylece çocukluğumun ilk bilinç zamanlarında Afganistan’ı, Pakistan’ı, İran’ı, Türkiye’yi görmüştüm. Çocuk dünyamda dört ayrı alem olarak yer ettiler. Aslında çok şanslıydım. Çünkü hayata ve edebiyata bu dört alemin yansıması bambaşka olacaktı.
Remzi ÖZKAN: Dört ayrı ülkede yaşamanın size sunduğu avantajlar oldu mu? Farklı kültürlerle iç içe kalmanın olumsuz yönleri nelerdi size göre?
Kumrugül Türkmen AKIN: Az önce de anlattığım gibi dört ayrı ülkeyi görmek çocuk gözüyle gerçekten büyük bir ayrıcalıktı benim için. Çünkü dört ayrı ülke dört ayrı kültür demekti. Farklı kültürlerle iç içe olmanın olumsuz yönleri olabilir. Şöyle ki siz içinden çıktığınız maddi ve manevi kültürün değerlerini tam anlamıyla hazmedememişseniz farklı kültürlere yönelme eğiliminiz olması gayet doğaldır. Toplumu oluşturan kişilerin bireysel veya toplu halde farklı farklı kültürleri taklit etmeleri nahoş bir durumdur. Bu yönelim aynı zamanda toplumsal bir tehdittir. Çünkü kişi, giyiminden deyimine yaşadığı ve içinden çıktığı kültürü hayatına yansıtmalıdır. Eğer Allah bizi tek tip olarak görmek isteseydi farklı farklı topluluklara ait olmazdık. Bu yüzden kişiler içinden çıktıkları, kutsalıyla mayalandıkları ulvi değerleri yaşamalı ve yaşatmalıdırlar. Bu demek değildir ki diğer kültürleri reddedelim, ayrımcılık yapalım, kendimizi üstün tutalım. Kültür çeşitliliği ile zaten dünya ve hayat güzelleşir. Rengarenk bir derinlik kimi mutlu etmez ki? Ama kendi rengimizi, dokumuzu, kısacası benliğimizi korumak insani vazifemiz diye düşünüyorum, içinden çıktığımız maddi ve manevi değerlerimize karşı. Benim en büyük talihlerimden biri de aile büyüklerimin üzerimdeki etkisiydi. Bu etki ağa paşa çocuğu olduğumuz için şımartma ve gereğinden fazla sevgi gösterisi değildi. Bizim yetiştiğimiz ortamda değer görme son derece ön plandaydı. Bu yüzden yaptığımız olumlu ve olumsuz davranışlarda mutlaka değerlendirme alırdık. Başta babam ve mamam kendi öz kimliğimizi ve inancımızı tanıyıp yaşamamız için adeta birer öğretmen gibiydiler. Her ne şartta olursa olsun toplu şekilde paylaşımlarda bulunurduk. Özellikle yemek sofralarında bir şölen havası yaşardık. Yaşadığımız olumlu ve olumsuz durumları konuştuğumuz harika zamanlardı. Dört ayrı kültürde toplumların içine girmiş olmamız ve oradaki insanları tanımış olmam kültür yozlaşmasına da sebep olabilirdi. Ama bu olmadı çok şükür. Bu konuda Allah razı olsun aile büyüklerim son derece bilinçliydi. Giyimimizden deyimimize kendi öz kültürümüzü yaşamamız için ellerinden gelen her türlü çabayı göstermişlerdi.
Günümüzde, yaşadığımız toplumda kültür yozlaşması ile ilgili çok acı örnekleri hemen her yerde görebiliyoruz. Türk toplumu kendi inanç ve kültüründen uzaklaştığı için çok acı ve çirkin olaylar toplumda görülüyor zaman zaman. Bu olumsuz durumları dünyanın pek çok yerinde de görmek mümkün. Bunu kültürel yozlaşmayı dünyaya yaymak için emperyalist, kapital güçlerin sağladığını herkesin bildiği aşikâr. Düşünebilen herkesin diyelim. Sömürgeye maruz kalmış olan kişilerin de bu olumsuzlukta payı büyük bence. Çünkü kişi Rabbim tarafından akılla donatılmış. Ve kutsal kitabımızda pek çok ayette aklımızı kullanmamızla ilgili çağrılar alıyoruz Yaradan’ımızdan. Bu yüzden kişi başına gelen kötülükte birilerini suçlamak yerine ilk önce kendine bakmalı diye düşünüyorum. Bu toplumumuz için de geçerli. Ne yazık ki düşünmek ve derinleşmek yerine birilerini suçlamayı seçiyoruz. Ve hemen hemen her konuda taklidi tercih ediyoruz. Bu da özümüzün, inancımızın, milli ve maddi kültürümüzün sömürülmesine sebep oluyor. Toplumda rol model alacağımız, özü sözü sağlam insanlara çok ihtiyacımız var kısacası. Maddeden ziyade manaya değer vereceğimiz günlerin gelmesini iple çekiyorum.
Bu özel röportajımız 2. bölümüyle haftaya devam edecek.
Kaynak:HABER EXPRES ( HABER MERKEZİ)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.